> Fito Östrojenler ile İlgili Uzman Görüşleri
Dr. İlkay ORHAN, Dr. Murat KARTAL
Farmakognozi AD, Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi,bFarmakognozi AD,
Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, ANKARA
Bitkilerde doğal olarak bulunan fitoöstrojenler östrojene benzer özellikler gösteren bileşiklerdir. Östrojenik etkinlikleri uzun süre önce fark edilmiş olmasına rağmen, son yıllarda oldukça fazla popülarite kazanmışlardır. Fitoöstrojenler kimyasal yapılarına ve bulundukları dokulardaki östrojen reseptör tiplerine bağlı olarak hem östrojen benzeri, hem de östrojen etkisinin tersi etki gösterme özelliğine sahiptirler. Bilim dünyasının bu maddelere ilgisi; fitoöstrojen yönünden zengin besinleri tüketen toplumların, menopoz sonrasındaki dönemde, karşılaştıkları sağlık sorunları sıklığının az oluşunun gözlenmesiyle doğmuştur. Batılı kadınların menopoz sonrasında oluşan yüksek orandaki sağlık sorunlarına karşılık, özellikle Uzakdoğulu kadınların, bu sorunları daha nadir olarak yaşamaları; fitoöstrojenler üzerine olan ilgiyi ve merakı artırmıştır. Bu derlemede, fitoöstrojenler kimyasal yapılarına göre sınıflandırılarak, doğal olarak bulundukları bitkisel kaynaklar ve östrojenik ve anti-östrojenik etkileri hakkında genel bilgi sunulması amaçlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Fitoöstrojen; izoflavon; lignan; östrojen
Turkiye Klinikleri J Cosm Dermatol-Special Topics 2008;1(2):58-64
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Antiaging Için Fitoöstrojenler
Dr. Çağlayan ÜNSAL ,Dr. Günay SARIYAR
Farmakognozi AD, İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, İSTANBUL
Fitoöstrojenler, insan vücudunda östrojene benzer biyoaktivite gösteren, doğal olarak oluşan steroidal olmayan bitkisel kökenli maddelerdir. Son yıllarda, fitoöstrojenler birçok kadının yan etkileri nedeniyle östrojenik ilaç kullanmaya isteksiz oluşu yüzünden hormon replasman tedavisine (HRT) etkili alternatifler bulma girişimi içinde ilaç endüstrisi arasında bir hayli ilgi yaratmıştır. Bu yüzden soya (Glycine max), kızılyonca (Trifolium pratense) ve karayılan kökü (Cimicifuga racemosa) ekstrelerini içeren fitofarmasötiklerin satışı birçok ülkede artmıştır. Östrojenik özelliklerinden başka, fitoöstrojenlerin özellikle izoflavonların polifenolik yapılarına bağlı olarak antioksidan etkileri vardır. İzoflavonlar serbest radikal süpürücü aktiviteleri ile oksidatif DNA hasarını önleyebilirler. Antioksidanların yaşlanmaya ve kanser ve kardiovasküler hastalıklar gibi yaşlanmanın dejeneratif hastalıklarına karşı savunucu olduğu bilinmektedir. Fitoöstrojenler ayrıca insan derisi karsinogenezini ve cilt yaşlanmasını önlemede etkilidirler.
Anahtar Kelimeler: Fitoöstrojenler; bitkisel ilaç
Turkiye Klinikleri J Med Sci 2008;28(Suppl):S160-S165
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Fitoöstrojenlerden yararlanıyor musunuz?
Fitoöstrojenler çeşitli bitkisel besinlerde bulunan ve östrojen benzeri etki gösteren maddelerdir. Yapılan çalışmalarda kemik, beyin ve kalp-damar sistemine olumlu etkilerinin olduğu belirtilmekte, meme ve rahim kanseri riski üzerine herhangi bir olumsuz etkisinin olmadığı vurgulanmaktadır. Fitostrojenler ‘izoflavon’ ve ‘lignanlar’ olmak üzere iki gruba ayrılır. İzoflavonlar genellikle soya ürünlerinde, lignanlar ise tahıl kepeğinde bulunur. Ancak östrojen benzeri etkisi en fazla olan fitoöstrojenler; daidzein ve genistein adlı iki türü bulunan izoflavonlardır. Asya ırkı halklarda, özellikle Japonlar’da meme, endometrium, kalın bağırsak ve yumurtalık kanserlerinin az görülmesinin nedeni olarak fitoöstrojenlerin fazla miktarlarda tüketilmesi gösterilmektedir. Menopoz dönemindeki Japon kadınlarda sıcak basması, terleme ve çeşitli ağrılar batılı kadınlara göre daha azdır.
Prof Dr Osman Müftüoğlu
Kaynak Hürriyet
webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/03/28/435028.asp
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
KOCAELİ (İHA) - Kadın Sağlığı Uzmanı Dr. Meltem Çam, menopoza bağlı şikayetleri azaltmak için yapılan tedavilerde Almanya ve ABD'de hekimler tarafından en çok bitkisel ilaçların verildiğini belirterek, "Cohosh, soya, isoflavan, ginseng ve yeşil çay, kedi otu menopoza bağlı şikayetleri azaltıyor" dedi.
Menopozun kadının üretkenliğinin bitişi olduğunu belirten Anadolu Sağlık Merkezi Kadın Sağlığı Uzmanı Dr. Meltem Çam, "Vücutta yavaş yavaş östrojen ve progesteron denen hormonların üretimi durur. Adetler seyrekleşir, düzensizleşir, 3 ila 5 yıl sonra da tamamen durur. Kadının sıcak basmaları, ruhi durum değişiklikleri, eklem ağrıları ve vajinal kuruluğu olur. Artık östrojenin koruyucu etkisi olmadığı için kadın, kalp hastalıkları, kemik erimesi (osteoporoz) ve diğer sağlık problemleriyle karşı karşıya kalır. Ortalama olarak menopoz 45-55 yaş civarında olur. Aynı ergenlikte adetlerin başlaması gibi menopozun zamanı da kadınlar arasında farklılıklar gösterir" dedi.
Her kadının menopozu yaşayışının birbirinden farklı olduğunu ve menopoza ait şikayetlerin bazı kadınlarda çok, bazılarında ise az olabildiğine dikkat çeken Çam, "Menopozun ilk görülen şikayetleri, ruhi dalgalanmalar, panik ataklar, uyku bozuklukları, depresyon, anksiyete (huzursuzluk), sıcak veya soğuğa hassasiyet, eklem ve kas ağrıları, alerjiler ve baş ağrılarıdır. Östrojendeki azalma devam ettikçe bu şikayetlere gece terlemeleri, halsizlik, vajinde kuruluk, cinsel istek veya cevapta farklılıklar, unutkanlık, sıcak basmaları ve kiloda farklılaşmalar eklenir. Menopoz hastalık olmamakla birlikte menopoza bağlı şikayetler kadının hayatını çekilmez hale getirebilir. Vücutta tükenen östrojenlerin dışarıdan ilaç olarak takviye edilmesi bu şikayetleri azaltıp ortadan kaldırabilir. Bu tedavi için kullanılan sentetik veya hayvani östrojenler, sıcak basmaları, ruhi dalgalanmalar ve vajinal kuruluk olmak üzere menopoz şikayetlerini belirgin olarak azaltırlar. Östrojen tek başına verilince rahim kanseri riskini
arttırdığı için rahmi olan hastalara progesteron hormonu ile birlikte verilir. Menopoz için östrojen ve progesteron içeren bu ilaç tedavilerine hormon replasman (yerine koyma) tedavisi denir. Halen meme kanseri olan veya artış riski olan hastalar hormon replasman tedavisi için uygun değildirler" diye konuştu.
Son dönemlerde fitoöstrojen denilen doğal bitkisel östrojenlere olan eğilimin gittikçe yaygınlaştığını ifade eden Dr. Çam, "Bitkisel östrojenlerin özellikleri, molekül yapılarının vücutta bulunan östrojen molekülüne çok benzemesidir. Bu benzerlik insan vücudunun bu molekülü kendi östrojen molekülü olarak algılamasını sağlamaktadır. Bu da östrojen yetersizliğinde ortaya çıkan belirtilerin azalmasını sağlayabilir. Doğal fitoöstrojenlerin içerisinde en önde gelenleri isoflavanlardır. İsoflavanlar kimyasal olarak östrojenlere benzer özellikler gösterirler, ancak daha hafif etkilidirler. En önemli fitoöstrojen kaynaklarından birisi soyadır. Son yıllarda gözde olan bir diğer ürün de black cohosh isimli bitki ekstresidir. Yılan otu olarak da adlandırılan bu bitki ekstresi hafif östrojen etkilidir. Menopoz döneminde sık sık görülen sıcak basması, ani terlemeler, sinirlilik ve düzensiz uyku gibi rahatsızlıkların etkisini azaltır. Özellikle östrojen replasman tedavisinin kontrendike olduğu durumlarda vücutta östrojen benzeri etki göstermesinden dolayı kullanılmaktadır. Almanya ve ABD de, hekimler tarafından en fazla reçetelenen bitkisel ilaçların başında gelmektedir. Menapozal bir kadın için en önemli iki faktör egzersiz ve hayat tarzını düzenlemektir. Merdivenleri kullanmak, günlük yürüyüş süresini arttırmak yapılabilecek en iyi ve en basit egzersizlerdir. Hayat tarzını düzenlemeye gelince depresyon, stres ve öfkeyle baş edebilmek için gerekirse psikolojik yardım almak ve duygusal desteğin önemi vurgulanabilir. Menopozal şikayetlerin azalması için tavsiye edilen diğer bitkiler ginseng, valerian (kedi otu) ve yeşil çaydır" şeklinde konuştu.
Kaynak 13 05 2009
www.webhatti.com/hastaliklar/153516-menopoza-bitki-cayli-cozum.html
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
+ Oestro Cream 45g - Dr. Ahmet Günay
+ Oestro Cream Ekonomik 2'li Set 2x45g - Dr. Ahmet Günay
Güzel göğüsler için doğal takviye,
Her kadın diri ve biçimli göğüslere sahip olmak ister. Genetik olarak 'güzel' göğüslere sahip olmayan ya da hızlı kilo alıp vermekten kaynaklanan deformasyondan şikayet eden kadınlar ise ya kozmetik sektöründe ya da estetik kliniklerinde çare arar. Şimdi ise kadınlar için yepyeni bir 'buluş' var. Artık bıçak altına yatmak istemeyen kadınlar, yüzde yüz bitkilerden yapılan ürünleri kullanarak hayallerini süsleyen göğüslere kavuşabiliyor. Hormonlardan kaynaklanan kanserlere kaşı koruyucu özelliği bulunan, menopoz, ostropoz tedavilerinde kullanılan ve fito östrojen olarak bilinen bitkisel hormonlar, sadece bu hastalıklarla savaşmakla kalmıyor aynı zamanda göğüsleri de biçimlendiriyor. Fito östrojenlerin göğüsteki algılayıcılar tarafından algılandığını söyleyen Uzman Hekim Dr. Ahmet Günay, böylelikle göğüslerin hacminin büyümeye başladığını anlatıyor: "Vücut bu fito östrojenleri algılayarak, meme bezleri ve kanallarda sıvı tutulmasını sağlayıp memenin daha gergin ve daha büyük olmasını sağlıyor. Bu şekilde göğsü bir iki hacim kadar büyütüyor." Aslında bu bitkisel hormonların gıdalarla alınmasını yeğlediklerini söyleyen Günay, daha diri göğüslere sahip olmak isteyenlerin tüketmeleri gereken besinleri ise şöyle sıralıyor: "Sarımsak ve fesleğen gibi lezzet vericiler; soya gibi kuru baklagiller; buğday ve pirinç gibi tahıllar; bezelye, havuç ve patates gibi sebzeler; hurma, nar, vişne ve elma gibi meyveler. "
Dr. Günay sıkı ve biçimli göğüslere sahip olmak isteyenlerin kullandığı ürünlerin kullanımı sırasında göğse yönelik egzersiz yapılmasını ve bahsedilen besinlerden bol bol tüketilmesini öneriyor. Bu göğüslerin ulaştığı hacmi ve sıkılığı daha uzun süre korumasını sağlıyor. Bahsedilen gıdalar düzenli olarak tüketildiğinde, egzersizler ihmal edilmediğinde ve ürün kürleri yılda bir kez tekrarlandığında göğüslerin sıkılığı ve şekli korunabiliyor.
* Dermatoloji uzmanı, Avrupa Akademi Dermatoloji Birliği Üyesi.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
CİLT ÜZERİNDEN HIZLI EMİLİM
Çok yaygın bir ilaç veriliş sekli olmasına rağmen, oral (ağız yolundan) uygulamanın bazı dezavantajları da vardır. Şöyle ki, ağız yolundan alınan bazı ilaçların tamamından vücut yararlanamaz, verilen ilacın bir kısmı bağırsakta veya karaciğerde parçalanır, bu nedenle ilaç etki edeceği bölgeye yeterli bir konsantrasyonda ulaşamaz. Etki suresi kısa (veya yarılanma zamanı kısa) olan ilaçların ise günde birkaç defa uygulanması gerekir, bu da hastanın tedaviye uyumunu azalttığı için hem tedavide başarısızlığa yol acar, hem de bu nedenle tedavi maliyetini artırır. Bazı ilaçlar ise mukozaları irite ettiği için, tahriş edici özellikte olduğu için, oral yoldan verildiği zaman gastrointestinal şikayetlere (mide bağırsak şikayetlerine) yol açabilir ve kronik (uzun sureli) kullanımda ülser veya mide kanamasına yol açabilir. Oral yoldan ilaç kullanımında bir diğer dezavantaj da, ilacın besinlerle veya başka ilaçlarla birlikte alınması durumunda, bazı ilaç-ilaç veya besin-ilaç etkileşmelerinin meydana gelebilmesi, ve bunun sonucunda istenmeyen veya beklenmeyen etkilerin ortaya çıkabilmesidir.
Saydığım bu dezavantajlar nedeniyle bazı hormonlar (östrojenler, androjenler vd.), kardiyovaskuler hastalıklarda kullanılan bazı ilaçlar (nitrogliserin, isosorbid dinitrat vd.), bazı analjezik ilaçlar (ağrı kesiciler, örn. morfin, fentanyl v.d.), romatimal hastalıklarda veya spor yaralanmalarında kullanılan bazı ilaçlar (nonsteroidal antiinflamatuar ilaçlar, örn. nimesulid, diklofenak vd.), taşıt tutmasına karsı kullanılan ilaçlar (örn. scopolamin), sigara içme alışkanlığının bırakılması amacıyla kullanılan nikotin ve diğer bazı ilaçların oral yol dışındaki yollardan uygulanması ile daha basarili bir tedavi sağlanır. Bu bakımdan hızlı emilim uygulama önemli bir alternatiftir ve gerek uygulama kolaylığı ve yan etkilerin az olması, gerekse hastanın tedaviye uyumu bakımından çoğu kez tercih edilen bir yoldur. Hızlı emilim uygulama ile ilaç karaciğeri "bypass" ettiği için (karaciğere uğramadığı için) düşük dozlarda terapötik etki sağlanabilmekte, diğer taraftan oral uygulamada ortaya çıkabilecek yan etkilerden kaçınılabilmektedir. Ayrıca hızlı emilim uygulama ile ilacı önceden belirlenmiş bir hızda veya uzun sure etkili olmasını sağlayacak şekilde vücuda vermek de mümkündür.
Hızlı emilim uygulama için kullanılan baslıca dozaj şekilleri kremler, jeller veya flasterlerdir (TTS, hızlı emilim terapotik sistemler). İlaç teknolojisi acısından hızlı emilim dozaj şekillerini geliştirmek zordur ve bu formulasyonlarin hazırlanması, ileri düzeyde eczacılık tekniklerini gerektirir. Zira her ilaç deriden kolayca geçip sistemik dolaşıma giremez. Deriden geçerek sistemik etki meydana getirebilmeleri, yani etki edecekleri bölgeye ulaşabilmeleri, ilacın "taşınmasını" sağlayan özel ve çoğu kez patentli formulasyonlar ile ("hızlı emilim delivery systems") mümkün olabilmektedir.
Sonuç olarak, hızlı emilim uygulama, diğer uygulama şekillerine kıyasla avantajlı, etkili ve güvenli bir ilaç veriliş yoludur.
Prof. Dr. Gül Baktır
I.U. Eczacılık Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
"Bize başvuran hastaların cilt tipi ve yaşım göz önünde bulundurarak. fito hormon içeren ürünler tavsiye ediyoruz. Zaten ülkemizde gerçek hormon sentezlenmiş ürünler mevcut değil. Pek çok ülkede de, kontrolsüz kullanıldığı takdirde kana geçerek yan etkilere yol açabileceği düşüncesiyle bu tür ürünlere ruhsat verilmedi."
Ülkü Çağlayan Dermatoloji Uzmanı
Kaynak http://www.genetikbilimi.com/genbilim/guzellikhormonlar.htm
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
25 07 2006 Sabah haber arşivi
Fitoöstrojenler: Menopozu doğal yaşamak...
Menopoz; kadın hayatının doğal bir evresidir. Ateş basması, kalp çarpıntısı, aşırı terleme, eklem ağrıları, cilt kuruluğu, uyku bozuklukları, depresyon, konsantrasyon ve hafıza güçlüğü, sinirlilik, vajinal kuruluk gibi çeşitli sıkıntılardan, kalp damar hastalıkları ve kemik erimesi gibi ciddi sağlık problemlerine kadar bir dizi sorunu beraberinde getirir. Genelde 45-55 yaşları arasında, östrojen ve progesteron adı verilen hormonların salgılanmasının durmasıyla, her kadının farklı fizyolojik ve psikolojik boyutlarını yaşadığı bu doğal sürece girilir. Bu sebeple pek çok hekim hastalarına 'hormon takviyesi tedavisi' uygulamaktadır. Bu; eksilen doğal östrojenlerin yerini suni kadınlık hormonlarıyla doldurmayı amaçlayan bir tedavidir. Her hastaya göre özel olarak planlanan bu tedavi sonucunda menopozun belirtileri ortadan kalkar. Buna rağmen hekimlerin önemli bir bölümü, hala östrojen takviyesinin masumiyeti hakkında ciddi kuşkular taşımaktadır. Kimi uzmanlar ise 'klasik' hormon tedavisini istemeyen hastalarına, temelinde 'fitoöstrojenler' olan tedaviler önermektedir. Bunlar; suni östrojenlere oranla etkileri oldukça sınırlı olan, ama yan etkileri de aynı oranda az veya hiç bulunmayan, değişik bitkilerden elde edilen doğal östrojenlerdir ve menopoza ilişkin pek çok sorunu çözmede önemli katkılarının olabileceği gösterilmiştir. Bilim dünyasının bu maddelere ilgisi; fitoöstrojenden zengin bitkileri tüketen toplumların, menopoz ve sonrasındaki dönemde, karşılaştıkları sağlık sorunları sıklığının az oluşunun gözlenmesiyle doğmuştur. Özellikle Uzakdoğulu kadınların, Batılılar'ın menopoz sonrasında oluşan yüzde 80'lik sağlık sorunları oranına karşılık, yüzde 18 gibi bir farkla daha nadir olarak bu sorunları yaşamaları; fitoöstrojenlere olan ilgiyi artırmıştır. Bu toplumlarda soya tüketimi oldukça fazladır. Soya, izoflavon adı verilen bir grup zengin fitoöstrojen içerir ve bu madde insanda östrojen reseptörlerine kolaylıkla bağlanarak etki gösterir. Fitoöstrojenler, yaklaşık 300 adet bitki türünde bulunur. Bilimsel anlamda, insan hormonlarına göre oldukça zayıf ama benzer östrojenik etkisi olan moleküller olarak tanımlanır. Dört ana grubu vardır: İzoflavonlar, lignanlar, kumestanlar ve laktonlar. En yaygın ve önemli iki grubu izoflavonlar ve lignanlardır. İzoflavonlar, özellikle soya fasulyesi, kuru fasulye, bezelye, mercimek, brüksel lahanası ve şarapta bulunur. Lignan grubu ise daha yaygındır: Zeytinyağı, ayçiçek yağı, susam, sarımsak, soğan, pirinç, ketentohumu, yerfıstığı, armut, kiraz, ahududu, böğürtlen ve şerbetçiotunda bulunur. Kumestanlar yoncada, laktonlar ise hemen hemen tüm bitkilerde, ama az miktarlarda bulunur. Son zamanlarda bilim dünyasını meşgul eden bu maddelerle ilgili çok sayıda araştırma yayımlanmıştır. 'Clinical Endocrinology' adlı bilimsel dergide, menopozdaki kadınların kemik yoğunluğu ile fitoöstrojen tüketimi arasındaki ilişkiyi gösteren çalışma ilgi çekicidir. Güçlü kemiklere sahip olmak için fitoöstrojen tüketiminin önemi ispatlanmıştır. Bir başka araştırmaya göre, kalp damar hastalıklarını önlemede izoflavon ve lignanlar önemli rol oynamaktadırlar. Kötü huylu kolesterol olarak adlandırılan ve damarların iç duvarlarında biriken LDL'nin azaltılmasında olduğu kadar, iyi huylu kolesterol HDL'nin kandaki düzeylerinin artmasında da etkileri olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla bunlar, aynı zamanda güçlü anti-oksidanlardandır. Vücudun anti-oksidan enzimlerini harekete geçirirler. Fitoöstrojenlerin, laboratuar çalışmalarında, tümöral hücre gelişimini engelledikleri de tespit edilmiştir. Cilde ve metabolizmanın işleyişine katkıları da yine aynı oranda önemlidir. Pek çok açıdan dikkate alınmaya değer görülen bu maddelerin tüketimiyle ilgili, yine de dikkatli olunması; özellikle hormonal tedavide olanlar açısından bir kat daha önemlidir. Soya bazlı gıdalar, kimi ülkelerde değişik işlemlere tabi tutulduklarından, fitoöstrojenlerini önemli ölçüde yitirebilirler. Bu nedenle besin takviyeleri şeklinde eczanelerde satılan formları tercih edilmektedir. Ancak mutlaka bunların da jinekolog veya hormon hastalıkları uzmanı hekimlerin görüşü alınarak tüketilmeleri sağlıklı olacaktır. Yaşlanma etkilerinin geciktirilmesinde, menopoz ve bu dönemde karşılaşılan sorunların çözümünün de önemi açısından bugünkü konuyu bilginize sunmak istedim.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
2005, Cilt 48, Sayı 1, Sayfa(lar) 069-084
Çocuk sağlığı ve Hastalıkları Dergisi
Hacettepe Tıp fakültesi Pediyatri Profesörü Turgay Coşkun
Özet
Bilimsel teknolojideki gelişmeler diyet ve hastalıklar arasındaki ilişkiyi anlamamıza olanak vermiş olup, fonksiyonel besinle, bunların sağlığımızın korunması ve geliştirilmesindeki rolleri daha çok ilgi çeker hale gelmiştir. Besinler artık sadece içerdikleri makro- ve mikrobesleyiciler ile değerlendirilmez olmuştur. Son zamanlarda biyolojik düzenleyici rolleri üzerinde daha çok durulmaktadır. Temel besleyici özelliklerinin ötesinde sağlığımıza olumlu katkıları olan besinlere fonksiyonel besinler adı verilmektedir. Fonksiyonel besinler hiçbir işlem görmemiş doğal bir besin maddesi olabileceği gibi fonksiyonel bir besin öğesi ile zenginleştirilmiş veya genetik mühendislik yöntemleri ile değişikliğe uğratılmış bir besin de olabilir ve günlük diyetle tüketilir. Çok çeşitli besin ve besin ögesinin sağlığımız üzerinde olumlu etkileri, bazı kronik hastalıklardan korunmada ve bu hastalıkların tedavisinde katkıları olduğu gösterilmiştir. Domateste bulunan likopen, somon balığında bulunan omega-3 yağ asitleri ve soyada bulunan fitoöstrojenler gibi çeşitli meyva ve sebzelerle tahıllar, balık, süt ve et ürünlerinde fonksiyonel özellikli bileşenler bulunmaktadır. Düzenli fonksiyonel besin tüketimi kanser ve kardiyovasküler hastalıklardan korunma ve tedavide, gastrointestinal sistemin sağlığının korunmasında, menapoz semptomlarının hafifletilmesi, osteoporozun önlenmesi ve göz sağlığının korunmasında etkilidir. Fonksiyonel besinlerin sihirli birer mermi oldukları düşünülmemeli, sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerinden yararlanabilmek için çeşitli besinleri içeren dengeli bir diyet tüketmeliyiz.
Giriş
Besinlerin temel işlevi organizmanın metabolik gereksinimleri için gerekli maddeleri sağlamaktır. Oysa, besinler metabolik aktivitemiz için gerekli makro- ve mikrobesleyicilerden başka sağlığımız üzerinde olumlu etkileri olan bileşenler de içermektedir[1 -3 ]. Son yıllardaki bilimsel çalışmalar diyet ve hastalıklar arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koymuş olup, epidemiyolojik çalışmalar diyetin kronik hastalıkların önlenmesindeki rolüne işaret etmektedir[4 ]. Beslenme alışkanlıklarının daha fazla meyva, sebze ve tahıl tüketecek şekilde değiştirilmesi kronik hastalıkların önlenmesinde etkin ve pratik bir yaklaşımdır[5 ]. Böylesi bir yaklaşımla Amerika’daki kanserli vaka sayısının üçte bir oranında azaltılabileceği vurgulanmaktadır[6 ] Tedaviden çok önleyici yaklaşımların üstün tutulduğu ise bilinen bir gerçektir.
Son yıllarda bazı besinlerin “doğal” yollardan hastalıkların önlenmesi ve tedavisindeki etkinliğinin bilimsel olarak ortaya konulması, sağlığımızın korunmasında beslenme desteğininin önemini arttırmıştır. Bu nedenle, fonksiyonel besinler, nutrasötikler (nutraceuticals) ve doğal sağlık ürünleri daha fazla tüketilir hale gelmiştir.
Besleyici özellikleri dışında vücudumuza fizyolojik yararlar sağlayan ve/veya kronik hastalık riskini azaltabilen besinlere fonksiyonel besinler denilmektedir[3 ,4 ,7 -10 ]. Fonksiyonel besinler terimi yerine sağlık besinleri, tıbbi besinler, düzenleyici besinler, özel beslenme amaçlı besinler ve farmakolojik besinler gibi adlar da kullanılmaktadır [11 ,12 ]. Fonksiyonel besin terimi besinin sağlık ile ilişkisi olduğunu vurgulayan bir terimdir. Giderek artan sayıda bilimsel çalışma besin bileşenlerinin (bitkisel kaynaklı olanlara fitokimyasallar, hayvansal kaynaklı olanlara zookimyasallar denilmektedir) sağlık üzerinde olumlu etkilerinin olduğuna, kardiyovasküler hastalıklar, kanser ve osteoporoz gibi hastalıkların önlenmesine katkıda bulunduğuna ilişkin sonuçlar vermektedir[7 ,13 ].
1990 yılına kadar 5000’den fazla flavonoid alt grubu saptanmıştır. Flavonodiler içerdikleri C halkasındaki değişimlere göre altı ana alt gruba ayrılabilir: flavonlar, flavanoller, flavanonlar, katekinler, antosiyanidinler ve isoflavonlar[23,29,43].
Çeşitli bitkisel kaynaklı besin ve içecekler (meyvalar, sebzeler, çay, kakao, şarap) flavonoidlerden zengindir. Bir flavonol olan quercetin besinlerde (özellikle soğanda) bolca bulunur. Çay da flavonol ve flavon grubundan olan quercetin ve kaempferolden zengindir[29].
Flavonoidler serbest radikal yakalayıcısı olmaları, enzim aktivitelerini düzenlemeleri, hücre çoğalmasını inhibe etmeleri, antibiyotik, antiallerjen, antidiyareik, antiülser ve antiinflamatuvar ilaç gibi hareket etmeleri dolayısı ile araştırmacıların ilgisini çekmektedir[19,23].
Son yıllarda yapılan çalışmalar flavonoidlerin oksidatif DNA zedelenmesini serbest radikal tutulması dışında mekanizmalarla önlediğini göstermektedir. Endojen antioksidanların korunup ve güçlendirilmesi yolu ile de etkili olabilirler. Flavonoidlerin çoğu glutatyon-Stransferazı (GST) aktive etme yeteneğine sahiptir. Quercetin, myricetin ve fisetin gibi flavonoidler istatistiksel olarak anlamlı derecede GST aktivitesini artırarak etkili olur. GST’nin mutajenik potansiyeli bulunan ksenobiyotikleri detoksifiye ederek etkili olduğu düşünülmektedir. Böylece, GST’yi arttırarak etkili olan bileşiklerin oksidatif stresi azalttığını ve mutajenik ksenobiyotikleri detoksifiye etiğini söyleyebiliriz[29]. Finlandiya’da 9959 kadın ve erkek üzerinde yapılan bir çalışmada flavonoid alımı ile kanser arasında ters bir ilişki saptanmıştır. Flavonoid alımı yüksek olanlarda 24 yıllık izlem sonunda akciğer kanseri oranının %50 azaldığı gösterilmiştir[44]. Hawai’de elma ve soğan tüketimi ile akciğer kanseri arasında ters bir ilişki belirlenmiştir[45]. Soğan tüketimi ile plazmada quercetin düzeylerinin, lenfosit DNA’sında kırılganlık direncinin arttığı ve idrarda oksidatif metabolitlerin azaldığı gösterilmiştir6. Elma ekstreleri in vitro olarak tümör hücre çoğalmasını baskılamaktadır. Kabuklu 50 mg elma (yaş olarak) tümör hücresi çoğalmasını %42, kabuksuz 50 mg elma ise tümör hücresi çoğalmasını %23 oranında baskılayabilmektedir[6].
İnsan vücudundaki doğal östrojenler gibi davranan bazı kimyasal maddelere fitoöstrojenler denilmektedir[1]. Bu bileşiklerin östrojenik etkisi zayıftır. Fitoöstrojenler hem östrojen agonisti hem de antagonisti gibi davranabilir. Östrojen agonisti olarak östrojenik etki yapar. Antagonist olarak da östrojen reseptörlerini tutarak doğal östrojen etkilerini baskılar[46,47].
Östrojenler erkek ve kadın üreme sisteminin büyüme ve fonksiyonunu etkiler, iskelet ve santral sinir sisteminin düzenli işleyişini sağlar, kardiyovasküler sistemi korur, kolon kanserine ve derinin yaşlanmasına karşı organizmayı korur[48]. Östrojenlerin vücuttaki bu etkileri gözönünde bulundurulduğunda fitoöstrojenlerin sağlık üzerinde etkili olduğunun saptanması sürpriz olmaz. Birçok kadın östrojen yerine koyma tedavisinde düzensiz kanamalara neden olabilen, meme ve endometrium kanseri riskini artırabilen doğal östrojen yerine fitoöstrojenleri tercih etmektedir[46]. Menapoz sonrası osteoporozun ana nedeni östrojen eksikliğidir. Östrojene benzer lignan ve izoflavon gibi bileşiklerin verilmesinin osteoporozu önleyebileceği düşünülmektedir[46,49].
Fitoöstrojenler özellikle hormon bağımlı olan kanserlerin kontrol ve önlenmesinde rol oynar. Meme kanseri, hipospadias, testis ve prostat kanseri gibi östrojen ilişkili kanserler fitoöstrojen alımının yüksek olduğu ülkelerde daha düşük orandadır[36]. Örneğin, vejeteryanlarda ve Akdeniz havzasında yaşayanlarda meme kanseri oranı düşük, idrarla fitoöstrojen atılımı yüksektir. Soya tüketiminin yüksek olduğu Hong Kong ve Singapur’da, meme kanseri oranı düşüktür[6]. Fitoöstrojenlerin kanser önleyici olası mekanizmaları arasında; DNA topoizomerazının inhibisyonu, anjiogenezin baskılanması, kanserli hücrelerin farklılaşmasının ve apoptozunun indüklenmesi sayılabilir[46,47].
Hücresel ve moleküler düzeydeki diğer etkileri arasında; steroid ve yağ asitlerinin biyosentezi, serumda steroid taşıyıcı proteinlerin (seks steroidi bağlayıcı protein, alfa-fetoprotein) ve hormonların hücre içinden ve membranlardan membran ve çekirdek reseptörlerine taşınması sayılabilir[46].
Soya fasulyesi önemli bir fitoöstrojen kaynağıdır[9]. Soyanın kanser, kardiyovasküler hastalık, osteoporoz önleme ve tedavisinde, menopoz semptomlarının hafifletilmesinde rolü vardır[9,36,46,47]. Soyada antikarsinojenik etkili proteaz inhibitörleri, fitosteroller, saponinler, fenolik asit, fitik asit ve izoflavonlar bulunur. Soya genistein ve diadzein gibi östrojenik steroidlere yapısal benzerliği olan izoflavonlardan zengindir. Zayıf östrojenik etkili izoflavonlar reseptörleri tutarak etkin doğal östrojenler ile yarışırlar[7]. Bu mekanizma soyadan zengin diyet alan Asyalı kadınlarda östrojen bağımlı kanserlerin neden az görüldüğünü açıklar[34,46,50,51]. Genistein soyada kanser riskini azaltan en önemli maddedir. Altı ay süreyle günde 40 gr izole soya proteini tüketimi ile lumbal vertebralarda kemik mineral dansitesinin önemli şekilde arttığı gösterilmiştir[34].
Antioksidanların aterosklerozun önlenmesinde etkili olabileceği ileri sürülmüştür. Okside düşük dansiteli (LDL)-kolesterol aterogenez ve kalp hastalığı ortaya çıkışında rol oynamaktadır. Okside LDL-kolesterol makrofajlar tarafından alınır, kolesterol esteri birikir, makrofaj köpük hücresi halini alır ve ateroskleroz oluşur[7,52]. LDL-kolesterol ile birlikte diyetle alınan antioksidanlar kolesterolun oksidasyonunu önler[52]. Soya ürünleri insanlarda LDL oksidasyonunu azaltmada etkin bulunmuştur. Diyette bir kısım et yerine soya proteini tüketilmesiyle LDL-kolesterol düzeylerinin dolayısı ile de koroner kalp hastalığı gelişme riskinin azaldığına işaret eden kuvvetli bilimsel kanıtlar vardır[4,36]. Soyada bulunan izoflavonoidler bağırsaklarda zayıf etkili östrojenler üreterek kolesterol düzeylerini düşürmektedir[53].
Soya ve türevleri çeşitli tip kanserlerin, osteoporozun, diyabet, böbrek hastalığı, menopoz semptomları ve kardiyovasküler hastalık riskinin azaltılmasında kullanılmaktadır. Soyanın kolesterol düşürücü etkisi yaklaşık 90 yıl önce keşfedilmiştir. Soyada ağırlıkça %20 oranında yağ bulunmaktadır ve bu yağ dengelidir (%61 çoklu, %24 tekli doymamış ve %15 doymuş yağ asitleri içerir). Kardiyovasküler risk azaltıcı etkisi en belirgin olandır. Soya proteini eklenmesiyle total kolesterolde %9.3, LDLkolesterolde %12.9 ve trigliseridlerde %10.5 azalma, yüksek dansiteli lipoprotein (HDL)- kolesterolde ise zayıf bir artma (%2.4) olmaktadır. Total kolesterol ve LDL-kolesterol düzeylerinde düşme olabilmesi için günde 25 gr soya proteini tüketilmelidir[7,34].
Flavonoid tüketiminin artması ile koroner kalp hastalığı görülmesi arasında ters bir ilişki vardır (antioksidan ve antitrombotik etkilerine bağlı olarak)[54]. Japonya’da yürütülen bir çalışmada flavonoid (quercetin, myricetin, kaempferol ve luteolin) alımının artmasıyla plazma total kolesterol ve LDL-kolesterol konsantrasyonlarının azaldığı görülmüştür. Finlandiya’daki bir başka çalışmada ise quercetin’den zengin elma ve soğan tüketimi arttığında koroner mortalite azalmış olarak bulunmuştur[55].
Çözünür lif beta-glukan içeren yulaf unu günde 5-10 gr tüketildiğinde kalp hastalığı riski azalmaktadır. Düşük yağlı diyete ek olarak bir tahıl ürünü olan psyllium tüketildiğinde kan kolesterol ve LDL-kolesterol düzeyleri dolayısı ile de koroner kalp hastalığı riski azalmaktadır[4,7,9,34,53,56].
Fitosterollerin hiperkolesterolemik hastalarda plazma kolesterol düzeylerini azaltabileceğinin anlaşılması 1983 yılında kolesterolle yapısal benzerliklerinin ortaya konulmasından sonradır. Fitosterollerin kimyasal yapısı yan zincirleri değişik olsa da kolesterolunkine benzemektedir (Şekil 1). Hemen bütün sebzelerde fitosterol bulunursa da en yoğun bitkisel yağda vardır. İnsanlarda fitosteroller serum kolesterol düzeylerini azaltmaktadır[19,57-59]. Temel kolesterol düşürücü etkilerini bağırsaklardan kolesterol emilimini inhibe ederek yapmaktadır. Miseller içinde çözünürlükte kolesterolle yarışarak, kolesterolle birlikte kristalize olarak çözünmez karışık kristaller yaparak ve lipazla hidrolizi bozarak da etkili olmaktadır. Bitkisel steroller kolesterol “uptake”ini de bozar. Sonuçta kolesterol düzeyleri düşer, dışkı ile atılan kolesterol miktarında artma olur[58]. Stanol esterleri ekmeğe sürülmek üzere hazırlanmış tereyağı ve margarinlere eklenmeye başlamıştır. Stanol esterleri diyette ve safrada bulunan kolesterolun bağırsaklardan emilimini bozar[7].
Alfa-linoleik asit içeren keten tohumu tüketimi ile de LDL-kolesterol düzeyleri ve trombosit agregasyonu azalmaktadır[34].
Düşük molekül ağırlıklı katekinden, yüksek molekül ağırlıklı olanlarına veya tannine kadar değişen spektrum içinde yer alan polifenol bileşikleri vardır. Çay, çikolata ve kırmızı şarap polifenollerden zengindir. Antioksidan özellikteki bu bileşikler kanser ve koroner kalp hastalığı riskini azaltmaktadır. Biyolojik etkileri arasında serbest radikallerin ve metallerin tutulması da vardır. 1970’li yıllarda Fransa’nın belli bölgelerinde yaşayan ve bol miktarda kırmızı şarap tüketen bireylerde yüksek oranda yağ tüketimine karşın diğer batı toplumlarına göre kalp hastalığı oranının düşük oluşu araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Daha sonraki araştırmalarda kırmızı üzümün kabuğunda antioksidan özellikli polifenolik bileşiklerin olduğu saptanmıştır. Alkol almak istemeyenler kırmızı üzümün suyunu içtiklerinde de aynı etkiyi elde edilebilmektedir. Üzüm suyu tüketimi ile trombosit agregasyonu da azaltılabilmektedir [60]. Kırmızı şarap beyaz şaraba göre polifenolik bileşiklerden 20-50 kat daha zengindir34. Polifenolik bileşikler LDL-kolesterolun oksidasyonunu önler[7,61,62].
Çaydaki polifenolik bileşikler kanser ve kardiyovasküler hastalıklara karşı koruyucudur[7]. Japon kadınlarında günde beş bardak ya da daha çok çay içilmesinin evre I ve II meme kanseri tekrarlarını azalttığı gösterilmiştir[34]. Çaydaki katekinler kanser ve kardiyovasküler hastalık riskini azaltmaktadır. Yeşil çay katekinlerden zengindir[7,63-65].
Son zamanlarda polifenollerden zengin ve kalp üzerinde olumlu etkileri olduğu belirlenen bir başka besin de çikolatadır. Çikolatada LDL’nin oksidasyonunu azaltan flavonoid (prosiyanidin) vardır. Fitosterolle zenginleştirilmiş çikolata tüketimi serum kolesterol düzeylerini düşürmede alternatif bir yaklaşım olabilir[66,67].
Sebze ve meyvalardan zengin diyet sadece kanser ve kardiyovasküler hastalık riskini değil diyabet ve yaşa bağlı maküler dejenerasyon riskini de azaltmaktadır[6,24,68,69].
Fitokimyasalların trombosit agregasyonunu ve kan basıncını azaltmada da etkili olduğu görülmüştür. Soya ve özellikle soyadan elde edilen östrojen benzeri bileşikler kan basıncı üzerinde etkilidir[40]. İzoflavonlar bitkisel kaynaklı östrojenler olduklarından tansiyon ve/ veya arter direncini düşürücü etkilerinin olması beklenir[7]. Walker ve arkadaşları[70] genisteinin 17- beta sterol kadar etkin bir şekilde nitrik oksit aracılıklı olarak brakial arterde vazodilatasyon yaptığını göstermişlerdir. |